Oğuzhan GENÇ
Doping
Yirminci yüzyılın başından bu güne kadar bir çok spor dalında sportif performansın arttığı ve rekorların geliştiği gözlenmektedir. Bu gelişmelerin sebebi sporcuların sağlıklı bir topluluk içerisinden seçilmesi, antrenman metotları ve materyallerinin değişmesi, tekniği ön planda tutan sporlarda yeni tekniklerin geliştirilmesi önemli bir faktördür.
Bir çok sporcu için kazanmak en büyük hedeftir.Kazanmak için her şeyi göze alan sporcular performansı artırmak amacı ile doğal yetenek ve antrenmanın yanı sıra yasaklanmış çeşitli yöntemler kullanırlar buna Doping diyoruz.
Spor kültürümüzde kazanmak önemli olduğu için kaybedilenin ne olduğu konusunda yeterli bilinç oluşturulmamıştır.Kazanayım da ne olursa olsun kazanayım düşüncesi baskın gelir..Bir süre evvel okuduğum bir makale bunun çarpıcı bir örneğidir.Dünya çapında dereceleri bulunan bir atlet ölümüne sebep olabilecek bir doping maddesini eğer olimpiyat şampiyonu olabilecekse seve, seve kullanabileceğini ifade etmektedir.
Uluslar arası olimpiyat komitesi her yılın ilk aylarında hangi maddelerin ve yöntemlerin yasaklı kapsamına girdiğini belirten bir doping listesi yayınlamaktadır.Bu listede bir önceki yıla ait isimler içerisinde eklenenlerde silinenlerde bulunmaktadır.Örneğin Kafein birkaç yıl evvelsine kadar doping maddesi sayılmakta iken listeden çıkarılmıştır.Bu listeler ilgili federasyonlara gönderilir sporcuların bu listeleri mensup bulundukları federasyonlardan temin ederek kullanacakları yada kullandıkları ilaçları bir doktor desteği ile listeden kontrol etmeleri gerekmektedir.Bu maddeleri kullandığı tespit edilen sporcular dopingli sayılarak ceza alırlar.
Doping olayının sporumuza ne denli bulaştığını geçtiğimiz yıllarda Halter,Güreş ve Vücut Geliştirme branşlarındaki skandallardan gördük,bunlara ilaveten bazı milli atletlerimizde de doping tespit edildi yıllarını harcamış tecrübeli sporcularımızın “benim doping aldığımdan haberim yoktu” gibisinden açıklamaları da pek inandırıcı gelmedi.Dünyanın en iyi sporcuları olan biz Türkler bu sayede Dünyaya rezil olduk Türkler Doping yapmasalar kazanamazlardı anlayışı doğdu.
Doping kullanımının genç yaştaki sporcular arasında bile yaygın olduğunu geçtiğimiz aylarda basına da yansıyan bazı haberlerden öğrendik.15-18 Yaş arasındaki Bazı milli boksörlerimiz, karate ve taekwondo cularımızda doping maddesi tespit edildi.
Öncelikle bunların önüne geçmek için spor bilinci oluşturulması gerekmektedir.Çalışmadan kazanmaya yönelten doping in aynı zamanda insan sağlığına olan zararları da aktarılmalıdır Türkiye genelinde GSGM verilerine göre 1 milyon 100 binden fazla lisanslı sporcu bulunmaktadır.Bu kadar yüksek bir rakam beraberinde yüksek bir rekabet doğurmakta,”en iyi ben olayım” düşüncesini takiben sportif performansı etkileyen en önemli faktör olan antrenman ın yanına doping ide eklemektedir.
Yapılması gereken en önemli çalışma Doping konusunda bir toplum bilinci oluşturulmasıdır. Şampiyon olabilmek,bir unvan sahibi olmak için,Ölümü bile göze almış sporcuya “Spordan men” cezası verilmesi komik kaçmaktadır.yapılacak şey;Ecza firmaları tarafından satılan ilaçların üzerlerinde içerikte doping testinde pozitif veren madde bulunuyorsa kırmızı harflerle “Doping pozitif verebilir” yada benzeri bir ibare koyulması ve bu tür ilaçların reçetesiz satılmasının önlenmesidir.Bu dopingi bitirmeyecektir elbette ancak en azından büyük bir oranda azaltacak ve doping kullanımını azaltacaktır. Bunlara ilaveten Her federasyon tarafından federasyonlara bağlı kulüplere dopingin zararlarını içeren broşür,dergi ve yayınlar yollanarak yada her bölgedeki GSGM il müdürlüklerinin kendi bölgelerindeki lisanslı sporculara doping hakkında aydınlatıcı paneller düzenlemeleri sağlanarak önlenebilir.Çünkü doping olayı artık sadece Türkiye değil tüm Dünyada başlıca sorun haline gelmiştir.Ve bu sorun sadece spor yapan değil spor yapmayan ders çalışan tüm gençleri tehdit etmeye başlamıştır.
Stresten kurtulmak için alınan anti-stres hapları,Öğrencilerin üzerinde bulunan sınav ve ders stresini azaltmak için kullanılan haplar,yoğun ders programlarından dolayı kullanılan dikkat artırıcı haplar,spor yapan,spordan gelecek uman gençlerin kullandığı doping maddeleri tüm bunlar artık uyuşturucu kadar tehlikeli hale gelmiştir.Nitekim gençlerin uyuşturucuya bulaşma sebebi de yoğun stres ve baskıdan kurtulmak değilmidir?
Oğuzhan GENÇ
Oğuzhan GENÇ
Spor Kültürümüz
Atatürk ve spor konusu altında spor politikamızın ne ve nasıl olması gerektiğini inceleyecektik şimdi elimden geldiğince konuyu devam ettirmeye çalışacağım… Ancak bundan evvel geçmiş yazımda anlattığım Fahrettin Satılmış’ın vefatı sonrası bazı gelişmeleri aktarmak istiyorum…
Vefat eden Fahrettin hocanın ardından karate camiası yani Türk spor neferleri onu ve ailesini sahipsiz bırakmamak için gerekli atılımı başlattılar. İlk hareket Gebze bölgesi hakemleri Hazim Özdemir ve Yaşar Coşkun hocalardan geldi…30 Temmuz Pazar günü Gebze Atatürk kapalı spor salonunda Fahrettin Satılmış anısına Katılımın ücretli olduğu bir karate Turnuvası düzenlediler…yaklaşık 300 kişinin katılımı ile yapılan müsabakalar güzel bir organizasyonla yapıldı.
Bu turnuvadan elde edilecek gelir Fahrettin satılmış ın ailesine teslim edilecek ve 30 Ağustos ta da İstanbul karate il temsilciliği bir turnuva daha düzenleyecek…Görüldüğü gibi,Türk karate camiası kendi içinden yetişen neferleri sahipsiz bırakmamak için harekete geçmiştir.. Hastalık esnasında gerekli yardımı toplamak için birlik olan karate camiası, ölümünün ardından da Fahrettin hocaya sahip çıktı.
Geçmiş yazımızda; ”Türklerin savaşa hazırlık çalışmalarının temelini oluşturan tüm sporlar bu gün nerde ise unutulmuş ve spor denildiğinde akla sadece futbol gelmeye başlamıştır. Zaten istenende budur Türk gençleri benliklerini kaybetmeye başlamış DNA’larına işlenmiş olan mücadelecilik ve savaşçılık ruhunu kullanmaları için gerekli olan savaş talimleri yani sporları yapmaktan çekinir hale gelmişlerdir.
Televizyon kültürü denilen yeni bir kültür oluşmuş Türk gençleri gereksiz programlar, ratingler le oyalanır hale gelmişlerdir. Öyle ki Çanakkale şehitlerini ziyarete gitmeye üşenen gençlerimiz, popçu Tarkan’ın konseri için izdihamlar yaratmaktadır.” Demiş ve; Ne yapmak gerek? Diye sormuştuk.
Bu soruya cevap verebilmek için Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında sporla ilgili neler yapıldığını ve Atatürk’ün ölümü ile nelerin yarım kaldığını bilmek gerekmektedir.
Atatürk Türk sporunun ilk öğreticilerinin yetiştirilmesi konusunda aceleci davranmıştır. Beden eğitimi öğretmeni yetiştirecek okul tesis edilmeden önce, Çapa Muallim Mektebinde özel bir kurs açılmış ve bunun başına, Avrupa da Beden eğitimi öğrenimi yapmış olan Selim Sırrı Bey (Tarcan) getirilmişti. Bu arada bayan beden eğitimi öğretmeni yetiştirmek üzere de İsveç’ten iki bayan öğretim üyesi getirtilmiş, bunlarda Çapa Muallim Mektebindeki özel kurslarda görev alarak kız öğrenciler yetiştirmişlerdi.
Atatürk, bu konunun üzerinde büyük titizlikle durduğundan, bu da kafi görülmemiş ve öğretmen adayları arasında, dokuz aylık kursta başarı gösterenler, ihtisasta bulunmak üzere, Avrupa’ya gönderilmişlerdi. Atatürk bu kursa subaylarında katılmalarını özellikle arzulamıştı. Bu nedenle kursa katılıp başarı sağlayan subaylarda, askeri okullarda modern beden eğitiminin ilk tatbikatçıları olabilmeleri için, Avrupa’ya ihtisas eğitimine yollanmışlardı.
Ankara da kurulan Gazi Terbiye Enstitüsü’nün Beden Eğitimi Bölümü için, Almanya’dan Kurt Dainans adında bir uzman öğretmen getirilmiş ve bu bilgili hoca tarafından, bu enstitünün beden eğitimi bölümü faaliyete geçirilmiştir. Bu sırada ihtisas için Avrupa’ya gönderilmiş bulunan asker ve sivil beden eğitimi öğretmenleri de yurda dönmüş, böylece genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk beden eğitimi öğretim kadrosu kurulmuştur.
Her şeyden evvel en önemli konu eğitimdir…Türk gençleri eğitimsiz kaldıkça televizyon kültürü dediğimiz tuzaklara düşmeye devam edecektir ders müfredatlarında buna uygun bir düzenleme yapılmadığı müddetçe bir değişiklikte olmayacaktır. İlkokuldan itibaren ders müfredatlarında en önemli konu olarak beden eğitimi derslerinin işlenmesi gerekmektedir.
Çeşitli spor branşlarında sınıflar oluşturularak gençlerin bu sporlara yönlendirilmesi ve bu sporlarda başarılı olan gençlerin diğer derslerde de desteklenebilmesi gayet önemlidir. Okullarımızda şu anda haftada 2 yada 3 saatlik beden eğitimi dersleri bulunmakta bu derslerde, ya futbol yada basketbol oynanarak, büyük çoğunluğu da boş ders olarak geçmektedir. Halbuki seçmeli ders usulü her gencin seçeceği alternatif spor branşları olsa bu boş vakitler sporla değerlendirilebilir.
Nitekim Yüce önder Atatürk ,” Müspet ilimlerin temeline dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan bahtiyar, kuvvetli bir nesil yetiştirmek siyasetimizin açık gayesidir.” Diyerek beden eğitiminin önemine işaret etmiştir.
Çanakkale Savaşı sırasında keşif görevine çıkan bir Türk askeri, yakaladığı İngiliz askerini gırtlağından tutup Mustafa Kemal Paşa’nın karşısına getirir. Paşa, İngiliz askerine, memleketinden kalkıp buralara niçin geldiğini sorduğunda “Spor için” cevabını alır. Mustafa Kemal: “Bizim neferi nasıl buldun?” diye sorar. Esir asker, “Spor bilmiyor” diye cevaplar. Bunun üzerine Mustafa Kemal; “Bana spor nedir? diye sorarlarsa vereceğim cevap şudur: Spor, vatan ve milletin yüksek menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiyet-i maddiyesi ve maneviyesidir” demiştir.
İşte Türk sporu ancak böyle düşünülerek kalkınabilir, gelişebilir.
Oğuzhan GENÇ
Atatürk ve Spor
Atatürk’ün spora verdiği önemi günümüzde pek az insan bilir. Ulu önderin Türk sporundaki ilk imzasını izcilikte görmekteyiz. 1915 yılında, “Osmanlı Genç Dernekleri Genel Müfettişliğine atanmasından kısa süre sonra bir rapor hazırlayarak zamanın hükümetine sunar. Bu raporunda okullardaki jimnastik saatlerinin arttırılmasını teklif etmektedir.
Türkler’ de sporun geçmişi hayli eski olmasına rağmen, spora modern biçimde eğilimesin, gereken önem ve değerin verilmesi ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra mümkün olmuştur. Bunda Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün çok önemli rolü vardır. Bunun en çarpıcı örneğine birkaç aylık Cumhuriyet Türkiye’sinde rastlanır.
Türk sporunun iki büyük örgütünün, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” ile “Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin başında bulunan iki değerli spor adamı, İttifak başkanı Ali Sami (Yen) Bey ile Komite Genel Sekreteri ve Uluslararası Olimpiyat Komitesinin Türkiye temsilcisi Selim Sırrı (Tarcan) Bey bir araya gelip, Türkiye’nin 1924 Paris Olimpiyatlarına katılması gerektiğine karar verdikleri zaman, Türkiye Cumhuriyeti henüz ilk aylarını yaşıyordu.
Avrupa’nın en güçlü devletlerine karşı yaptığı savaşlardan yeni çıkmış olan Türkiye’nin, bu büyük organizasyona katılmakla, yalnız sportif açıdan değil, politik açıdan da büyük yarar sağlayacağı muhakkaktı.
Ancak ne İttifak, ne de Komite, böylesine bir masrafı karşılayabilecek parasal güce asla ve asla sahip değildi. Hükümetten yardım istenilmesi uygun görüldü. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de parasal yönden ciddi sıkıntılar içinde bulunduğu muhakkaktı. Buna rağmen, Atatürk’ün emir ve direktifleriyle Türk sporu için bir yardım yapılmış, yine aynı tarihli (16 Ocak1924) Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile, 1924 Paris Olimpiyatları hazırlıkları için “şimdilik” kaydıyla 17.000 lira, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Merkez-i Umumiyesi emrine verilmişti.
Bu kararnamenin altında Bakanlar Kurulu üyeleri ile birlikte toplantıya başkanlık eden, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in de imzası bulunuyordu. Bir altının 10 TL olduğu bir dönemde yapılan 17.000 TL’lık bu yardım, Türkiye Cumhuriyeti devleti için gerçekten büyük bir fedakarlıktır.
Atatürk Türk sporcusunda yalnız beden kuvveti ve yetenek değil, aynı zamanda iyi ahlak ve zekanın da bulunmasını istemiş ve bu düşüncesini de; “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” sözleriyle dile getirerek, bir sporcunun nasıl bir insan olması gerektiğini anlatmıştır.
1930 yılında çıkarılan Belediye Yasası, belediyeler “çocuk bahçeleri, spor alanları, yerel ihtiyaçlara uygun stadyumlar yapmak ve işletme” gibi yükümlülükler getirmiştir.
1932 yılında Atatürk’ün talimatıyla kurulmakta olan halkevlerinin yapması gereken çalışmalar arasına spor da eklenir. “Halkevleri Teşkilatının Umumi Esasları”ndan spor ve beden hareketleri, gençlik terbiyesinin ve milli terbiyenin vazgeçilemeyecek aslı ve mühim bir bölümüdür. Bu nedenle “Türk geçliğinde ve Türk halkında spor ve beden hareketlerine sevgi ve alaka uyandırmalı, bunlar bir kitle hareketi, milli bir faaliyet haline getirilmelidir” diyen büyün önder daha o yıllarda, sporu kitle hareketinin de ötesinde bir “milli hareket” olarak düşünmüştür. Böylece O’nun ne kadar ilerici olduğu sporda da gözler önüne serilmektedir.
Milli mücadeleye başlamak, Misak-ı Milli’yi ilan etmek ve Kuvayı Milliye’yi kurmak amacıyla, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs 1919 gününü de TBMM’nin 20 Haziran 1938 tarihinde 3466 sayılı kararı ile “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
Atatürk’ün direktifleriyle hazırlanan ve bugün de Türk Spor Örgütü’nün temelini oluşturan 3530 sayılı “Beden Terbiyesi Kanunu” 29 Haziran 1938 günü kabul edilmiştir. Ata’nın hastalığı yüzünden, TBMM’nin 1 Kasım 1938’deki açılışında Başbakan Celal Bayar tarafından okunan nutkunda spor için söylediği son sözleri şöyledir:
“Her çeşit spor faaliyetlerini, Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lazımdır. Bu işte hükümetin şimdiye kadar olduğundan çok daha ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğinin spor bakımından da milli heyecan içinde itina ile yetiştirilmesi önemli tutulmalıdır.”
“Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Yüksek Kurultay’ın kabul ettiği “Beden Terbiyesi Kanunu’nun takibine geçildiğini görmekten memnunum.”
Büyük Atatürk’ün ölümünü takip eden günlerde, o zamanlar yalnız Avrupa’nın değil, dünyanın en ünlü gündelik spor gazetesi olan ve Fransa da yayınlanan “L’Auto”, yayınladığı geniş bir makalede “Atatürk’ün spora verdiği büyük önemi uzun uzun överken şunları da yazmıştı:
“Dünyada ilk defa beden eğitimini mecburi kılan devlet adamı o oldu. Yalnız kağıt üzerinde, nutuklarda değil, bilfiil yerine getirdi. Stadyumlar ve çeşitli spor merkezleri tesis ettirdi. Halk evlerinin spor kollarını bizzat kurdu. Milletin mukadderatına hakim olduğu günden itibaren Türkiye’de spor, gittikçe artan bir önem ve değer kazandı”
Atatürk, sporlar arasında en çok güreşi severdi. Bu nedenledir ki onun güreşle ilgili anıları oldukça fazla ve ilginçtir.
İtalyanları yenen Milli Güreş Takımımız, Florya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkünde büyük Atatürk tarafından davet ve kabul olunup, yemeğe alıkonulmuştu. Atatürk İtalyanlar karşısında, parlak bir sonuç almış olan güreşçilerimizi teker teker kutlamış, bu arada özel bir sevgi duyduğu, sevimli ağır sıklet şampiyonumuz Çoban Mehmet’e takılmaktan da kendini alamamıştı:
“-Sen, herkesi kolayca yeniyorsun Mehmet” demiş, sonra ilave etmişti:
“-Seninle güreş tutsak, beni de yenebilir misin?”
Koca Çoban, çocuksu bir mahcubiyet içinde, başını öne eğerek:
“-Sizi bütün cihan yenemedi Paşam, ben nasıl yenebilirim?” demişti.
Büyük Atatürk Çoban Mehmet’in bu cevabı karşısında pek duygulanmış ve aslan yapılı ağır sıklet şampiyonumuzu alnından öpmüştü.
Çoban Mehmet’in Atatürk hakkında şu sözleri ilginçtir:
“- Rahmetli Atatürk, güreşten çok iyi anlardı. Buna, bizlere huzurunda yaptırdığı güreşlerde çok şahit olmuşumdur. Biz güreşirken, yaptığımız hataları veya iyi hareketleri anında sezer, bize ihtarda bulunur veya takdirlerini bildiren sözler söylerdi. Onun iltifatlarına nail olmak, bizler için sevinç ve gururların en büyüğü olurdu hiç şüphesiz.”
Geçmişte yapılan tüm bu çalışmalar, günümüz bakış açısı ile basit şeyler gibi görünse de o yokluk yıllarında bin bir imkansızlıkla yapılan çalışmaların ne kadar değerli olduğunu, hele ki büyük Atatürk’ün engin ileri görüşlülüğü ve vizyonu ile neler başarılması için temeller attığını anlayabiliriz.
Türklerin savaşa hazırlık çalışmalarının temelini oluşturan tüm sporlar bu gün nerde ise unutulmuş ve spor denildiğinde akla sadece futbol gelmeye başlamıştır. Zaten istenende budur Türk gençleri benliklerini kaybetmeye başlamış DNA’larına işlenmiş olan mücadelecilik ve savaşçılık ruhunu kullanmaları için gerekli olan savaş talimleri yani sporları yapmaktan çekinir hale gelmişlerdir.
Televizyon kültürü denilen yeni bir kültür oluşmuş Türk gençleri gereksiz programlar , ratinglerle oyalanır hale gelmişlerdir. Öyle ki Çanakkale şehitlerini ziyarete gitmeye üşenen gençlerimiz, popçu Tarkan ın konseri için izdihamlar yaratmaktadır.
Ne yapmak gerek?
Buna bir dahaki yazımızda bir açıklık getirmeye çalışacağım.
Görüşmek üzere.
Oğuzhan GENÇ
MAKALELER
Türk Spor Tarihi
Sporun tarihi İnsanın doğa koşulları ile karşılaşarak ona uyması doğada egemen olmaya başlaması ve kendini korumak için tek araç olan vücudu ve adalelerini geliştirmeye çalışması ile başlar
Spor ilk başladığında insanların fazla enerjilerini boşaltmak,sağlık ve güzelliklerini korumak ve boş zamanlarını değerlendirmek,ticari yararlar sağlamak için yapılmıyordu.Spor insanlık tarihi ile birlikte insanın kendini koruma mücadelesiyle başlamıştır.Savaşların beden gücüne dayalı olduğu çağlarda spor çalışmaları savaşa hazırlık dönemi oluşturmakta idi.Türkler de bu dönemde savaşa yönelik işlevleri olan sporları yapmış ve desteklemişlerdir.
Türk denince akla yiğitlik, askerlik, cengaverlik ve fetih gelir. Bu niteliklerin özünde ise, beden kültürü ve sportmenlik yatmaktadır. Günümüzün inceleme olanaklarının çok sınırlı kavramlara dayanmasına karşın, eldeki tarihsel bulgular ve belgeler göstermektedir ki, Avrupa’nın henüz uygarlıktan uzak bir yaşam sürdüğü dönemlerde, Orta Asya’da yaşayan Türkler beden kültürüne ve spor hareketlerine büyük önem vermişlerdir. Tarih, Türkleri en eski dönemlerden beri, sportmen bir ulus olarak kaydetmektedir. Türk spor tarihinde, ulusal tarihin hatta dünya tarihinin çok önemli bir bölümünü oluşturur.
Türk spor tarihinin M.Ö. döneme ait belgeler ve tarihi bulguları çok azdır. Türk sporunun en eski biçimi, askeri sporlardır. Bazı kitabelerde Türk Hakanlarının nasıl ava gittikleri, ok attıkları, düşmanlarıyla nasıl savaşıp, zafer kazandıklarını anlatan bazı kayıtlar bulunmaktadır.
Türkler, iyi ve temiz bir ruhun, kuvvetli ve cesur bir insanda bulunacağına inanıyorlardı. Hint, çin ve Mısır gibi eski ve kültürel toplumların beden eğitimine ait toplu ve ayrıntılı incelemeler yapılmamış olması nedeniyle, eski Türklerdeki bu çalışmanın da geniş kapsamlı olarak incelenmesini engellemektedir.
1200 Yıl evvel Cahiz isimli bir arap müellifi tarafından yazılmış Fazâil-ül Etrâk risalesinden bir alıntı yaparak Türklerin yabancı gözü ile bir tanımını yapalım.
“Türkün savleti şiddetli, azmi mekîndir. Atı hiç tetiğini bozmayarak düşman üzerine alabildiğine gider. Düşmandan korku nedir bilmeyen ve sırası gelince hayatını istihkâr etmekten kaçınmayan Türk, hayvanını böyle alıştırmıştır. Atını bir defa çevirse bile at dönmez bilâkis dolu dizgin gider. Meğer ki birkaç defâ zorlasın. Türk dönecek olursa da ölüm saçar. Çünkü ileri harekette olduğu gibi geri dönerken dahi okuyla vurur ve kemendinden emin olunmaz (Eski Türk süvârilerinin hücûmları kadar ric’atlarının da tehlikeli olduğunu, geri çekildikleri zaman at üzerinde birdenbire geri dönerek kendilerine yaklaşan düşmana yağmur gibi ok yağdırdıklarını başka müverrihler de kaydetmişlerdir.) Türk’ler ile mukayeseye değer bir ordu yoktur. Harîcîlerin ve Arapların at sırtında iken ok atmaları zikre şayan değildir. Türk ise at üzerinde iken vahşî hayvanları, kuşları avlar. Havaya atılan ok hedeflerini, saklanmış olan av hayvanlarını, yere dikilmiş nişanları, uçan yırtıcı kuşları, hayvanını dolu dizgin sağa ve sola, yukarı ve aşağı sevk ederken vurur. Harîcîler hedefe gözünü uydurup bir ok alıncaya kadar Türk on ok atar. Ârızalı yerlerde Türk, hayvanını harîcînin dümdüz yerlerde sürebilmesinden ziyâde sürer. Türk’ün iki önünde ve iki arkasında dört gözü vardır.
Hayvanlarından birini dinlendirmek isterse yere basmadan diğerine geçer.
Sür’at ile uzun zaman at üzerinde inkıtâsız gece ve gündüz beldelerden beldelere varmak husûsunda Türkler harîcîler ile birdir. Şu kadar ki harîcînin hayvanı Türk’ün atı kadar mütehammil değildir. Harîcî hayvanını yalnız süvârîler kadar tedâvi edebilir. Türk ise bu hususta baytardan daha hazıktır ve istediği gibi terbiye etmek için hayvanını kendi eliyle doğurtmuş ve taylığından beri kendi büyütmüştür. Hayvanı daima kendisine tâbi’dir. Arkasından gelir. Kendi sıçrarsa hayvanı da sıçrar. Türk eğer hayvanına ad takmış ise hayvan o adı bilir. Türk’ün bütün müddet-i ömrünü hesap etsen yerde oturduğu günleri nadir bulursun.
Türk diğer askerler ile yola çıktığı vakit onlar on mil mesâfe kat edinceye kadar av saydetmek için sağa ve sola ayrılarak dağların tepesine kadar gider. Yerde yürüyen, saklanan, yere konan hattâ uçan kuşları avlar.
Uzun menzillerde herkesin yorulduğu, meşakkatin şiddet kesb eylediği, artık hiç kimsenin ağzını açmağa mecâli kalmadığı, bir taraftan da soğuğun şiddetinden herkesin donmak raddelerine gelip önlerindeki yolun bitmesini beklediği zaman o dinçtir. Böyle meşakkatli ve imtidatlı yürüyüşlerden sonra konağa varıldığı zaman herkesin iki ayağını ayırıp oturduğu, hasta gibi inlediği ve rahatlanmak için kimi esnediği kimi dayanıp yattığı sırada Türk, bunların yürüdüğünün iki misli yol yürümüş ve avlanmak için onlardan ziyâde kendisini yormuş olduğu halde gözüne bir yaban merkebi veyâ bir geyik ilişecek olsa hiç yol yürümemiş ve hiç yorulmamış, sanki bütün o mezâhimi çeken bir başkası imiş gibi kemâl-i kuvvet ve şetâretle derhal avın arkasından sıçrar.
Eğer asker iki dağ arası dar bir vâdîde veyâ köprü başında sıkışacak olursa Türk, atını mahmuzlayarak asker arasından geçip diğer taraftan bir yıldız gibi doğuverir. Sarp bir geçitten geçecek olurlarsa yürümeği bırakıp dağın doruğuna yükselir ve diğer bir mahalden dağ keçisinin inemeyeceği korkunç yarlardan aşağıya sarkar ki sen Türk’ün kendisini nasıl bir muhâtaraya ilka’ eylediğine ve birkaç defâ bu gibi mahallerden aşmış ve geçmiş ise nasıl sağ kaldığına taaccüp edersin. Halbuki Türk dâimâ böyledir.
Türk’ler dâimâ hâl-i harptedir. Bu mücâdele din ve mezhep için olmayıp hürriyet, istiklâl ve ganîmet içindir. Türk hürriyetini ve irâdesini kimseye vermez.
Türk’lerin bünyeleri hareket üzerine müesses olup durgunluk ve sükûnetle başları hoş değildir. Zekâ ve fıtnat sâhibi olduklarından daima iş güç ile meşgul olmak isterler. Ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerine faiktir.”
Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri, Türkler için yürümek kadar doğal bir şeydi.
Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok süratli ve eğitilme yeteneği yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim bütün Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de, gerek Kapıkulu süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin önemi çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı.
Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit, bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen, demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Savaşta süvari hücum ettiği vakit, ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi, uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırdı.
Güreşse, Türklerin çok eski millî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan savaşlarda, güreş bilenin daima üstün çıkacağı kuşkusuz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl millî güreşi, yağsız karakucak güreşi idi. Sonraları, Rumeli’ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.
Eski Türklerde Güreşin adı “Yıkışma” veya “Yakalaşma”dır.Elbise ile yapılan eski güreşte,güreşi zorlaştırmak için zamanla ceket çıkarılmıştır 700 yıl kadar öncede çıplak vücuda yağ sürme usulü ile oyun uygulaması daha da güç hale getirilmiştir.
Türk spor kültürünü inceleyecek olursak ,Judo sporunun kökünü eski Türklerde buluruz.Judo elbiseli güreşten başka bir şey değildir.Orta asya’da Türk devletleri tarafından yaygın olarak yapılan ve tüm dünyaya tanıtılarak,artık Dünya şampiyonaları düzenlenen “Kuraş” judo nun atasıdır.Bu spor da judo elbisesine benzer bir elbise ile yapılır.
Okçuluk, Türklerin ünlü sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla söz etmişlerdir. Türkler, kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Süratle giden bir atın üzerinden, hedefe isabetli ok atarlardı. Okmeydanı’nda kurulan meşhur kemankeşler otağı, 15 ve 16. asırlarda emsalsiz üstatlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gündoğuşu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi yönlerde esen rüzgârlara atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan rekorlar, erişilemeyecek kadar yüksektir.
Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu, şimşirbazlık denilen bir sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları, başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan, yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala, düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık gibi görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de ünlüydü. Bunlar yekpare saplı veya zincir saplı olurdu. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Talim gürzleri, ikiyüz okka (256.5 kg) kadar olurdu. Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde, değişik yönlerde, belli kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirdilerek kullanılırdı.
Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar düzenledikleri nakledilmektedir. Tokmak, aslında, tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denilmiştir.
Günümüzde Dünyaya yayılmış olan ve “Uzakdoğu sporları” adıyla tanınan “Martial Arts”(mücadele sanatları) Türk kökenlidir.”Kung-Fu” olarak bilinen Wu-Shu nun tarihi 3000 yıldan fazladır.Çin in gerçek tarih yazarlarına göre Wu-shu Türklere ait bir spordur. Çinliler Türklerin saldırı ve savunma sanatlarındaki ustalığından,uzaydan bile görülebilen meşhur “Çin seddi” ni yapmak zorunda kalmışlardır. 1600 lü yıllarında çin in Okinawa adasını işgali ile adaya gelen kempo hocaları tarafından kurulan Okinawa-te nin günümüzdeki adı Karate-do dur
Halk Edebiyatı örnekleri ve bazi sav’larda (atasözleri) geçen sözcük ve deyişler, eski Türklerde, kavga biçiminde olmasına karşın, oyun anlayışı ile yapılan yumruk döğüşleri nin boksun ilkel bir biçimi olduğunu, ancak, Türkler adına , boksun önemini kanıtlamaktadır.
insanın, hem de güçlü insanın yumruklarını kullanması ve yumruklanın etkili olduğunu göstermesi için, bazı kurallar içinde hareketler yapması doğaldır.
Bu oyunun ilk görüldüğü ve oynandığı yıllar, kesin olarak belirlenmiş değildir. Ancak Türklerin bu oyunu, değişik biçimleriyle yüzyılar boyu uyguladıkları bir gerçektir. Hatta Yakut Türklerinde “Pujila” adı verilen bir tür boks da, oldukça yaygın ve bilinen bir türü idi. Louvre müzesindeki, Aşunnak kazılarında bulunan M.Ö. 2000 yılları başlangıcına ait, pişirilmiş topraktan bir Babil kabartmasında, iki boksörün mücadelesi görülmektedir. Sağ ayaklarını öne basan, sağ yumruklarını savunmaya hazır tutan, sol yumruklarını hız alma yada engelleme durumuna sokan bu iki, sakallı boksörün vücutlarının üst bölümü çıplak, alt bölümü ise dizlerine kadar inen bir eteklik ya da önlük ile örtülüdür.
Ellerinde bandaja benzer bezler sarılıdır. Bütün bu belirtiler, boksun ilk uygulamasının Mezopotamya’ya mal edilmesini haklı çıkaracak nedenler olabilir. Eski Türklerde boks yapacak kişilerin çesitli nedenlerle ön hazırlık yaptıkları bilinmektedir. Bunlardan bazıları balçığa ya da alçıya yumruk atmak suretiyle yapılan çetin idmanlardı. Balçığa yumruk atmak, hem bileği hem de pazıyı kuvvetlendiren bir harekettir. Türk genci, balçık çamurdan yaptığı bir yığına, her gün binlerce kez yumruklarını düzenli olarak batırır, çıkarırdı. Balçık gün geçtikçe yumuşaklığını kaybeder. Her geçen gün biraz daha sertleşmesine karşı, çalışma sürdürülürdü. Belli bir süre sonra, sert cisimlere vurabilecek kadar yumruğu güçlenirdi.
Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük ödülü, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve özellikle askerî kuvvetleri, güçlü, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşör, soğukkanlı, mükemmel savaşçılar haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için, sulh zamanlarında da talim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler, bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddî ve manevî faydalara sahip olmuşlardır.
MÖ 100 yıldaki eski Çin kaynaklarına göre Amur Bölgesi’nde oturan Türk kabilesinin yaşantısı hakkında bilgi verilirken, halkın ayaklarına 15 cm genişliğinde ve 160 cm uzunluğunda tahtalar takarak kar ve buzda ev hayvanlarını kolaylıkla avladıklarından söz edilmektedir. Bu da kayak sporunun tarihteki ilk örneklerinden biridir. Tarihçi Prof. W. Eberhard yine bu kaynaklara dayanarak eski Türkler’de kayak ve kayakçılığını mevcut olduğundan söz eder. Yine MÖ 500 yıllarında Çin halkının ayaklarında kayakla gördükleri Türkler için “tahta bacaklı, at ayaklı, benekli ala at” gibi tanımlar kullandığı saptanmıştır.
İsviçreli Prof. Hess kayak tarihini incelerken “Bütün kış karla örtülü olan Sibirya’nın kayakçılığın asıl vatanı olması tabii olduğu gibi, tarihi deliller de Sibirya’nın en kuzey noktalarında yaşayan Türk ve Moğol kavimlerine” kayağın buluşunun ait olduğunu söylemektedir.
Eski Türkler’in dinsel geleneklerine göre yaptıkları çeşitli sportif etkinlere Kırgızlar’ın çocukların doğumunda kadınların da katıldığı 265 km’lik bir mesafe üzerinden geleneksel koşu yaptıkları, Tunguzlar’ın düğün törenlerinde 107 kilometrelik yaya koşular düzenlediği, hız alarak çift ve tek ayakla uzun atladıklarını da ilave edebiliriz.
Yine Orta Asya’da futbola benzeyen tepük adıyla oynanan bir oyundan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ül Türk adlı eserinde söz etmektedir.
Yazan: Oğuzhan GENÇ
Yararlanılan kaynaklar:
Prof Dr. Özbay Güven…… ”Türklerde Spor Kültürü
Halîm Bâkî Kunter……………”Eski Türk Sporları üzerine araştırmalar”
Prof.Dr.İbrahim Öztek………. “Budo Sözlüğü”
Atıf Kahraman…….. “Osmanlı Devleti’nde Spor”
Yunus Tayga……………… “ Türk spor tarihine Genel bakış”
İnternette kaynak belirtmeyen çeşitli siteler…..
-
RÖPORTAJLAR16 yıl ago
Sn. Dr. Alev ORAL
-
Oğuzhan GENÇ19 yıl ago
Atatürk ve Spor
-
Bulut BABA18 yıl ago
Kata Dosyası – Bölüm 3
-
Dr. Alev ORAL17 yıl ago
SHOTOKAN KARATE: Geçmişten Günümüze 2
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Levent AYDEMİR – KUVEYT
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Atilla ÇELİKTÜRK – SUUDİ ARABİSTAN
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Memduh ŞANLI – AVUSTRALYA
-
Bulut BABA18 yıl ago
Kata Dosyası – Bölüm 1