MAKALELER
Türk Spor Tarihi
Sporun tarihi İnsanın doğa koşulları ile karşılaşarak ona uyması doğada egemen olmaya başlaması ve kendini korumak için tek araç olan vücudu ve adalelerini geliştirmeye çalışması ile başlar
Spor ilk başladığında insanların fazla enerjilerini boşaltmak,sağlık ve güzelliklerini korumak ve boş zamanlarını değerlendirmek,ticari yararlar sağlamak için yapılmıyordu.Spor insanlık tarihi ile birlikte insanın kendini koruma mücadelesiyle başlamıştır.Savaşların beden gücüne dayalı olduğu çağlarda spor çalışmaları savaşa hazırlık dönemi oluşturmakta idi.Türkler de bu dönemde savaşa yönelik işlevleri olan sporları yapmış ve desteklemişlerdir.
Türk denince akla yiğitlik, askerlik, cengaverlik ve fetih gelir. Bu niteliklerin özünde ise, beden kültürü ve sportmenlik yatmaktadır. Günümüzün inceleme olanaklarının çok sınırlı kavramlara dayanmasına karşın, eldeki tarihsel bulgular ve belgeler göstermektedir ki, Avrupa’nın henüz uygarlıktan uzak bir yaşam sürdüğü dönemlerde, Orta Asya’da yaşayan Türkler beden kültürüne ve spor hareketlerine büyük önem vermişlerdir. Tarih, Türkleri en eski dönemlerden beri, sportmen bir ulus olarak kaydetmektedir. Türk spor tarihinde, ulusal tarihin hatta dünya tarihinin çok önemli bir bölümünü oluşturur.
Türk spor tarihinin M.Ö. döneme ait belgeler ve tarihi bulguları çok azdır. Türk sporunun en eski biçimi, askeri sporlardır. Bazı kitabelerde Türk Hakanlarının nasıl ava gittikleri, ok attıkları, düşmanlarıyla nasıl savaşıp, zafer kazandıklarını anlatan bazı kayıtlar bulunmaktadır.
Türkler, iyi ve temiz bir ruhun, kuvvetli ve cesur bir insanda bulunacağına inanıyorlardı. Hint, çin ve Mısır gibi eski ve kültürel toplumların beden eğitimine ait toplu ve ayrıntılı incelemeler yapılmamış olması nedeniyle, eski Türklerdeki bu çalışmanın da geniş kapsamlı olarak incelenmesini engellemektedir.
1200 Yıl evvel Cahiz isimli bir arap müellifi tarafından yazılmış Fazâil-ül Etrâk risalesinden bir alıntı yaparak Türklerin yabancı gözü ile bir tanımını yapalım.
“Türkün savleti şiddetli, azmi mekîndir. Atı hiç tetiğini bozmayarak düşman üzerine alabildiğine gider. Düşmandan korku nedir bilmeyen ve sırası gelince hayatını istihkâr etmekten kaçınmayan Türk, hayvanını böyle alıştırmıştır. Atını bir defa çevirse bile at dönmez bilâkis dolu dizgin gider. Meğer ki birkaç defâ zorlasın. Türk dönecek olursa da ölüm saçar. Çünkü ileri harekette olduğu gibi geri dönerken dahi okuyla vurur ve kemendinden emin olunmaz (Eski Türk süvârilerinin hücûmları kadar ric’atlarının da tehlikeli olduğunu, geri çekildikleri zaman at üzerinde birdenbire geri dönerek kendilerine yaklaşan düşmana yağmur gibi ok yağdırdıklarını başka müverrihler de kaydetmişlerdir.) Türk’ler ile mukayeseye değer bir ordu yoktur. Harîcîlerin ve Arapların at sırtında iken ok atmaları zikre şayan değildir. Türk ise at üzerinde iken vahşî hayvanları, kuşları avlar. Havaya atılan ok hedeflerini, saklanmış olan av hayvanlarını, yere dikilmiş nişanları, uçan yırtıcı kuşları, hayvanını dolu dizgin sağa ve sola, yukarı ve aşağı sevk ederken vurur. Harîcîler hedefe gözünü uydurup bir ok alıncaya kadar Türk on ok atar. Ârızalı yerlerde Türk, hayvanını harîcînin dümdüz yerlerde sürebilmesinden ziyâde sürer. Türk’ün iki önünde ve iki arkasında dört gözü vardır.
Hayvanlarından birini dinlendirmek isterse yere basmadan diğerine geçer.
Sür’at ile uzun zaman at üzerinde inkıtâsız gece ve gündüz beldelerden beldelere varmak husûsunda Türkler harîcîler ile birdir. Şu kadar ki harîcînin hayvanı Türk’ün atı kadar mütehammil değildir. Harîcî hayvanını yalnız süvârîler kadar tedâvi edebilir. Türk ise bu hususta baytardan daha hazıktır ve istediği gibi terbiye etmek için hayvanını kendi eliyle doğurtmuş ve taylığından beri kendi büyütmüştür. Hayvanı daima kendisine tâbi’dir. Arkasından gelir. Kendi sıçrarsa hayvanı da sıçrar. Türk eğer hayvanına ad takmış ise hayvan o adı bilir. Türk’ün bütün müddet-i ömrünü hesap etsen yerde oturduğu günleri nadir bulursun.
Türk diğer askerler ile yola çıktığı vakit onlar on mil mesâfe kat edinceye kadar av saydetmek için sağa ve sola ayrılarak dağların tepesine kadar gider. Yerde yürüyen, saklanan, yere konan hattâ uçan kuşları avlar.
Uzun menzillerde herkesin yorulduğu, meşakkatin şiddet kesb eylediği, artık hiç kimsenin ağzını açmağa mecâli kalmadığı, bir taraftan da soğuğun şiddetinden herkesin donmak raddelerine gelip önlerindeki yolun bitmesini beklediği zaman o dinçtir. Böyle meşakkatli ve imtidatlı yürüyüşlerden sonra konağa varıldığı zaman herkesin iki ayağını ayırıp oturduğu, hasta gibi inlediği ve rahatlanmak için kimi esnediği kimi dayanıp yattığı sırada Türk, bunların yürüdüğünün iki misli yol yürümüş ve avlanmak için onlardan ziyâde kendisini yormuş olduğu halde gözüne bir yaban merkebi veyâ bir geyik ilişecek olsa hiç yol yürümemiş ve hiç yorulmamış, sanki bütün o mezâhimi çeken bir başkası imiş gibi kemâl-i kuvvet ve şetâretle derhal avın arkasından sıçrar.
Eğer asker iki dağ arası dar bir vâdîde veyâ köprü başında sıkışacak olursa Türk, atını mahmuzlayarak asker arasından geçip diğer taraftan bir yıldız gibi doğuverir. Sarp bir geçitten geçecek olurlarsa yürümeği bırakıp dağın doruğuna yükselir ve diğer bir mahalden dağ keçisinin inemeyeceği korkunç yarlardan aşağıya sarkar ki sen Türk’ün kendisini nasıl bir muhâtaraya ilka’ eylediğine ve birkaç defâ bu gibi mahallerden aşmış ve geçmiş ise nasıl sağ kaldığına taaccüp edersin. Halbuki Türk dâimâ böyledir.
Türk’ler dâimâ hâl-i harptedir. Bu mücâdele din ve mezhep için olmayıp hürriyet, istiklâl ve ganîmet içindir. Türk hürriyetini ve irâdesini kimseye vermez.
Türk’lerin bünyeleri hareket üzerine müesses olup durgunluk ve sükûnetle başları hoş değildir. Zekâ ve fıtnat sâhibi olduklarından daima iş güç ile meşgul olmak isterler. Ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerine faiktir.”
Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri, Türkler için yürümek kadar doğal bir şeydi.
Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok süratli ve eğitilme yeteneği yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim bütün Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de, gerek Kapıkulu süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin önemi çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı.
Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit, bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen, demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Savaşta süvari hücum ettiği vakit, ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi, uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırdı.
Güreşse, Türklerin çok eski millî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan savaşlarda, güreş bilenin daima üstün çıkacağı kuşkusuz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl millî güreşi, yağsız karakucak güreşi idi. Sonraları, Rumeli’ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.
Eski Türklerde Güreşin adı “Yıkışma” veya “Yakalaşma”dır.Elbise ile yapılan eski güreşte,güreşi zorlaştırmak için zamanla ceket çıkarılmıştır 700 yıl kadar öncede çıplak vücuda yağ sürme usulü ile oyun uygulaması daha da güç hale getirilmiştir.
Türk spor kültürünü inceleyecek olursak ,Judo sporunun kökünü eski Türklerde buluruz.Judo elbiseli güreşten başka bir şey değildir.Orta asya’da Türk devletleri tarafından yaygın olarak yapılan ve tüm dünyaya tanıtılarak,artık Dünya şampiyonaları düzenlenen “Kuraş” judo nun atasıdır.Bu spor da judo elbisesine benzer bir elbise ile yapılır.
Okçuluk, Türklerin ünlü sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla söz etmişlerdir. Türkler, kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Süratle giden bir atın üzerinden, hedefe isabetli ok atarlardı. Okmeydanı’nda kurulan meşhur kemankeşler otağı, 15 ve 16. asırlarda emsalsiz üstatlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gündoğuşu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi yönlerde esen rüzgârlara atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan rekorlar, erişilemeyecek kadar yüksektir.
Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu, şimşirbazlık denilen bir sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları, başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan, yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala, düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık gibi görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de ünlüydü. Bunlar yekpare saplı veya zincir saplı olurdu. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Talim gürzleri, ikiyüz okka (256.5 kg) kadar olurdu. Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde, değişik yönlerde, belli kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirdilerek kullanılırdı.
Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar düzenledikleri nakledilmektedir. Tokmak, aslında, tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denilmiştir.
Günümüzde Dünyaya yayılmış olan ve “Uzakdoğu sporları” adıyla tanınan “Martial Arts”(mücadele sanatları) Türk kökenlidir.”Kung-Fu” olarak bilinen Wu-Shu nun tarihi 3000 yıldan fazladır.Çin in gerçek tarih yazarlarına göre Wu-shu Türklere ait bir spordur. Çinliler Türklerin saldırı ve savunma sanatlarındaki ustalığından,uzaydan bile görülebilen meşhur “Çin seddi” ni yapmak zorunda kalmışlardır. 1600 lü yıllarında çin in Okinawa adasını işgali ile adaya gelen kempo hocaları tarafından kurulan Okinawa-te nin günümüzdeki adı Karate-do dur
Halk Edebiyatı örnekleri ve bazi sav’larda (atasözleri) geçen sözcük ve deyişler, eski Türklerde, kavga biçiminde olmasına karşın, oyun anlayışı ile yapılan yumruk döğüşleri nin boksun ilkel bir biçimi olduğunu, ancak, Türkler adına , boksun önemini kanıtlamaktadır.
insanın, hem de güçlü insanın yumruklarını kullanması ve yumruklanın etkili olduğunu göstermesi için, bazı kurallar içinde hareketler yapması doğaldır.
Bu oyunun ilk görüldüğü ve oynandığı yıllar, kesin olarak belirlenmiş değildir. Ancak Türklerin bu oyunu, değişik biçimleriyle yüzyılar boyu uyguladıkları bir gerçektir. Hatta Yakut Türklerinde “Pujila” adı verilen bir tür boks da, oldukça yaygın ve bilinen bir türü idi. Louvre müzesindeki, Aşunnak kazılarında bulunan M.Ö. 2000 yılları başlangıcına ait, pişirilmiş topraktan bir Babil kabartmasında, iki boksörün mücadelesi görülmektedir. Sağ ayaklarını öne basan, sağ yumruklarını savunmaya hazır tutan, sol yumruklarını hız alma yada engelleme durumuna sokan bu iki, sakallı boksörün vücutlarının üst bölümü çıplak, alt bölümü ise dizlerine kadar inen bir eteklik ya da önlük ile örtülüdür.
Ellerinde bandaja benzer bezler sarılıdır. Bütün bu belirtiler, boksun ilk uygulamasının Mezopotamya’ya mal edilmesini haklı çıkaracak nedenler olabilir. Eski Türklerde boks yapacak kişilerin çesitli nedenlerle ön hazırlık yaptıkları bilinmektedir. Bunlardan bazıları balçığa ya da alçıya yumruk atmak suretiyle yapılan çetin idmanlardı. Balçığa yumruk atmak, hem bileği hem de pazıyı kuvvetlendiren bir harekettir. Türk genci, balçık çamurdan yaptığı bir yığına, her gün binlerce kez yumruklarını düzenli olarak batırır, çıkarırdı. Balçık gün geçtikçe yumuşaklığını kaybeder. Her geçen gün biraz daha sertleşmesine karşı, çalışma sürdürülürdü. Belli bir süre sonra, sert cisimlere vurabilecek kadar yumruğu güçlenirdi.
Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük ödülü, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve özellikle askerî kuvvetleri, güçlü, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşör, soğukkanlı, mükemmel savaşçılar haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için, sulh zamanlarında da talim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler, bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddî ve manevî faydalara sahip olmuşlardır.
MÖ 100 yıldaki eski Çin kaynaklarına göre Amur Bölgesi’nde oturan Türk kabilesinin yaşantısı hakkında bilgi verilirken, halkın ayaklarına 15 cm genişliğinde ve 160 cm uzunluğunda tahtalar takarak kar ve buzda ev hayvanlarını kolaylıkla avladıklarından söz edilmektedir. Bu da kayak sporunun tarihteki ilk örneklerinden biridir. Tarihçi Prof. W. Eberhard yine bu kaynaklara dayanarak eski Türkler’de kayak ve kayakçılığını mevcut olduğundan söz eder. Yine MÖ 500 yıllarında Çin halkının ayaklarında kayakla gördükleri Türkler için “tahta bacaklı, at ayaklı, benekli ala at” gibi tanımlar kullandığı saptanmıştır.
İsviçreli Prof. Hess kayak tarihini incelerken “Bütün kış karla örtülü olan Sibirya’nın kayakçılığın asıl vatanı olması tabii olduğu gibi, tarihi deliller de Sibirya’nın en kuzey noktalarında yaşayan Türk ve Moğol kavimlerine” kayağın buluşunun ait olduğunu söylemektedir.
Eski Türkler’in dinsel geleneklerine göre yaptıkları çeşitli sportif etkinlere Kırgızlar’ın çocukların doğumunda kadınların da katıldığı 265 km’lik bir mesafe üzerinden geleneksel koşu yaptıkları, Tunguzlar’ın düğün törenlerinde 107 kilometrelik yaya koşular düzenlediği, hız alarak çift ve tek ayakla uzun atladıklarını da ilave edebiliriz.
Yine Orta Asya’da futbola benzeyen tepük adıyla oynanan bir oyundan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ül Türk adlı eserinde söz etmektedir.
Yazan: Oğuzhan GENÇ
Yararlanılan kaynaklar:
Prof Dr. Özbay Güven…… ”Türklerde Spor Kültürü
Halîm Bâkî Kunter……………”Eski Türk Sporları üzerine araştırmalar”
Prof.Dr.İbrahim Öztek………. “Budo Sözlüğü”
Atıf Kahraman…….. “Osmanlı Devleti’nde Spor”
Yunus Tayga……………… “ Türk spor tarihine Genel bakış”
İnternette kaynak belirtmeyen çeşitli siteler…..
Ramazan ÖZÜM
Okinawa Adasında Yaşam
Prof. Dr. Osman Müftüoğlu ve Fotoğrafçı Sebati Karakurt, Okinawa Adası’nda insan ömrünün neden daha uzun sürdüğünü, insanların birçoğunun nasıl 100 yaşın üzerinde olduğunu incelemek için Okinawa’ya gittiler. Müftüoğlu, 4 gün süren seyahatinde Okinawa’da bu konuda araştırmalar yapan bir enstitüyle görüştü, sokakta insanlarla konuştu, yaşam biçimlerini gözlemledi. Yedikleri yemeklerden eğlence anlayışlarına, manevi yaşantılarından toplumsal ilişkilerine Okinawalıları inceledi. Şimdi yapılan bu incelemenin önemli bölümlerini merak edenler için aşağıya aktarıyorum.
Okinawa’nın ne özelliği var? İklimi mi, insanları mı… Okinawalılar neden bu kadar uzun yaşıyorlar?– İklimin de etkisi var ama Okinawa’da uzun ömür, temelde yaşam biçimlerinden kaynaklanıyor. Örneğin, Amerika’ya göç eden Okinawalılar araştırılmış ve adada kalanlara göre daha kısa yaşadıkları görülmüş. Tam tersine, adaya gelen Çinlilerin ise daha uzun yaşadıkları.
Uzun yaşarlarken, melekeleri ne durumda oluyor?
– Gayet sağlıklılar. Okinawalılar ihtiyarlamıyorlar, çünkü, sadece yaş alıyorlar. Hayatın içindeler, hiçbir şeyden ellerini çekmiyorlar. Tekerlekli sandalyeyle dolaşan, bellek problemleri yaşayan biri gelmesin aklınıza. 90 yaşında cilt bakımı yaptıran, aktif insanlar bunlar. Herkes dinç.
Yaşam biçimlerinde ne farklılıklar var?
– Öncelikle beslenme alışkanlıkları farklı. Her türlü deniz ürünü, sebze-meyve, soya ve bitkisel çaylar, ağırlıklı tükettikleri gıdalar. Ayrıca ne yerlerse yesinler az yeme gibi bir huyları var. Fazla kilodan nefret ediyorlar. Ruhlarını beslemeyi de iyi beceriyorlar. Maneviyatları çok sağlam.
Yaşam tempoları nasıl? Koşuşturma, stres…
– Okinawa’da bir gün 48 saat. Hayat, yavaşlatılmış bir film gibi. Müzikleri dingin, konuşmaları ağır, yürümeleri yavaş. Koşuşturan kimse yok. Ayrıca panik bozukluk, stres, depresyon hiç yok. Eskiler bunlar ne bilmiyor. Gün içinde uykuya yatma alışkanlıkları da var. İspanyolların siestası gibi.
Biraz miskinlik mi var?
– Asla. Son derece aktif bir hayatları var. Egzersiz hayatın bir parçası. Sabahları tai-chi ve karate yaparak güne başlıyorlar. Kendi aralarında eğlenceler düzenliyorlar, hafta sonları piknik yapıyorlar.
Bu alışkanlıklar yeni nesilde devam ediyor mu?
– Yeni nesil pek öyle değil. Reklamlara özenip sigara içiyorlar örneğin. Bu arada onlardan görüp 80 yaşından sonra sigaraya başlayan yaşlılar da var. Gençler, daha çok Amerikan tarzı fast food yiyecekler tüketiyorlar. Başkalaşma, adadaki ortalama yaşam süresini azaltacaktır.
Normalde hiç yok mu bu tür hastalıklar?
– Çok az. Kolesterol sorunu hiç yok. Dünyada insanların damar sertliğini artıran homosistein düzeyinin en düşük olduğu yer Okinawa. Meme, prostat kanseri ne bilmiyorlar. Okinawa’da bir enstitü prostat kanseri araştırması yapmak istemiş ama vaka bulamayınca iptal etmek zorunda kalmış.
Alkolle araları nasıl?
– Pirinç rakısı ve bira, en çok tercih ettikleri alkoller. Ama çok az tüketiliyor. Alkol yerine daha çok bitkisel çayları tercih ediyorlar. Yasemin çayına odaklanmışlar. Yasemin-yeşil çay karışımı ya da sadece yasemin çayı en çok içtikleri.
Detoks da yapmıyorlardır o zaman.
– Toksin almıyorlar ki detoks yapsınlar. Hayatın kendisi detokslanmış Okinawa’da. Zaten detoks diye bir şeyden de haberleri yok.
Doğru beslenme, egzersiz, spor, mutlu bir ruh. Nasıl ölüyorlar Okinawalılar ya da neden ölüyorlar?
– 100’ü aşıp ölürlerken bile damarları hálá genç aslında. Doğal yaşlanmayla, eceliyle ölüyor hepsi.
Kentleşme, endüstrileşme seviyeleri ne?
– Ada olmanın getirdiği bir sonuç, az otomobil var, sanayi bölgeleri de az. Mimari bir güzelliği yok, kötü bir California kopyası ama kirliliğin az olduğu, trafiğin yoğun olmadığı bir bölge.
Sokakta gördüğünüz insanların yaşlarını tahmin edebildiniz mi?
– Başta zor oldu. Sonra bizde olsa kaç yaşında olurdu diye düşündüğüm sayının üstüne 20 koymam gerektiğini anladım. Öyle yapınca, tutturmaya başladım.
Benzer yönleri var mı peki Türklerle?
– Aslında bize benziyorlar. Bizim gibi mahcuplar, çekingenler. Teşekkürü, özrü sık kullanıyorlar. Mesela birine yer sormak onlarda riskli bir şey. Başkasına yardım etme duygusu o kadar baskın ki, tam bizim gibi bilmeseler de o yeri size tarif ediyorlar.
Yaşlı olmak Okinawa’da neyi ifade ediyor? 80 yaşında biri, otobüse 100 yaşında biri binince yer mi veriyor mesela?
– Hayır, kimse kimseye yer vermiyor. Çünkü, onlar için yaşlı olmak, yardım gerektiren bir durum değil. Hatta böyle düşünmek ayıp sayılıyor.
Gençler nasıl karşılıyor onları?
– Müthiş bir saygı duyuyorlar yaşlılara. Gençler için yaşlı birine özellikle de yaşlı bir kadına dokunmak ömür uzatıcı bir şey örneğin. Kadının toplumda özel bir yeri var çünkü. Okinawa’da ailenin reisi kadın. Yaşlılar ise, genç birine dokunmanın onlara güzellik katacağına inanıyorlar.
Cinsel yaşamları ne durumda?
– 75 yaşına kadar hemen herkesin cinsel yaşamı sorunsuz sürüyor. 80 belki. 85’te de nadiren. Bir taksi şoförümüz vardı, 78 yaşında, erkek. Ona sordum, cinsel yaşam nasıl dedim. Evde oturunca kötü, gezince iyi, dedi. Bu da hayata bağlayan bir şey.
Menopoz ve andropoz yaşları nasıl?
– Bize göre biraz daha genç. Ama şöyle bir durum var. Onların yaşamlarının daha büyük bir kısmı menopoz ve andropozla geçiyor. Mesela 100 yaşında diyelim. 50 yıldır menopozda ya da andropozda demektir. Yani hayatının yarısı. Ama kemik kırılganlığı, boy kısalması, kamburlaşma gibi şeyler olmuyor hiç. Beslenmeleri bunu önlüyor çünkü.
Okinawa bütün dünya için uzun yaşam modeli olabilir mi?
– Uzun yaşam konusunda bugün tıp neyi tartışıyorsa Okinawa’da o var. Bence uzun yaşam tartışması Okinawa tartışması olacak. Yaşam biçimleri, hayatla ilişkileri iyi anlaşılırsa, iyi ve kaliteli yaşlanma meselesi de çözülür. Her ülke, bu modelden kendine uygun olanları alıp bir sentez yaratabilir.
Türkiye’de bunu yapmak mümkün mü?
– Stresin az olduğu, trafik çilesinin olmadığı, öfkeden, kolesterolden uzak bir şekilde oradaki yaşam biçimlerini aynen burada da uygulayabiliriz. Bizdeki Akdeniz iklimi Okinawa’nın subtropikal iklime çok benziyor. Orada biraz daha fazla yağış var sadece. E onların yedikleri sebze, meyvelerin de neredeyse yüzde 80’i bizde bulunuyor. Neden olmasın.
Türkiye’nin kendi Okinawalıları var mı?
– Ege’de, Akdeniz’de; Türk, Rum, Ermeni kültürlerinin harmanlandığı köyler var. Buralarda, Okinawa’daki yaşam biçimlerine çok yakın hayatlar yaşanıyor. Ayvalık, Foça, Anamur, Alanya, İskenderun tam böyle yerler.
UZUN YAŞAMIN 5 SIRRI
Okinawa’da yaşamın uzun sürmesinin bence 5 temel sebebi var:
1. Doğu-Batı tıbbı sentezi uyguluyorlar. Doğu tıbbı, önleyici tıptır. İnsanların hasta olmamasını amaçlar. Batı tıbbı ise erken teşhis ve tedavi üstüne kuruludur. Okinawa her ikisini de içeriyor.
2. Ruh ve bedeni birlikte ele alıyorlar. Bütünleyici tıp. Bedensel problemlerin ruhsal sorunlar yaratacağını, ruhsal problemlerin fiziksel marazlar ortaya çıkaracağını biliyorlar.
3. Bireyin topluma entegrasyonu çok sağlam. Kültürüne, geçmişine, akrabalarına çok bağlı, aidiyet duygusu gelişmiş kişiler.
4. Öbür alemle entegrasyonu da sağlamışlar. Ölümden korkmuyorlar. Huzurlu karşılıyorlar. Şehirlerinde de ölüleriyle iç içe yaşıyorlar.
5. Maneviyatları sağlık üstüne kurulu. Duaları hep sağlığa yönelik. Arabam olsun, evim olsun diye değil, sağlıklı olayım diye dua ediyorlar.
Hayrettin HAMURCU
Gohon Kumite (Beş adım Kumitesi)
Fiziksel ve zihinsel olarak hazırlığın, doğru nefes alıp vermenin ve bacak hareketinin gelişmesi için temel eğitim metodudur. En üstün seviyeli fiziksel dayanıklılık ve zihinsel sağlamlık kişinin genetik yapısına bağlı değildir, bunlar sahip olunması için işlenmesi gereken kabiliyetlerdir. Bu niteliklerin geliştirmek üzere harcanan çabayla sınırlı olduğunu düşünebilirsiniz. Buna bağlı olarak, talepkar olduğu kadar mantıklı da olan bir eğitim metodu tavsiye ediyorum. Eğitim sırasında fiziksel, zihinsel gelişiminizi ve teknik kabiliyetinizi geliştirmenizi zorlaştıracak fiziksel yorgunluk olmamalıdır, efor sarf ettikten sonra dinlenmeye itina gösterilmelidir.
Gohon kumitenin amacı yalnızca doğru değil aynı zamanda güçlü teknikler geliştirmektir. Bir partnerle çalışılır ve temel yumruklar, tekmeler, bloklar ve duruşları içerir. Monoton yapısına rağmen gohon kumite büyük bir ciddiyetle çalışılmalıdır. Bir partnerle birlikte teknikleri mümkün olduğunca doğru ve kuvvetli olarak uygulamaya özen gösterilirse, gohon kumite hem fiziksel hem de zihinsel hazırlık kazandırır. Fiziksel hazırlık, ya da mi-gamae, fiziksel dayanıklılık ve direnç ihtiva eder ve doğru duruş ve pozisyon, en güçlü saldırıları bile karşılamaya yeterli blok teknikleri, saldırı ve savunma anında doğru dengeyi sağlayan güçlü kalça ve bacaklar ile göze çarpar. Zihinsel hazırlık, ya da ki-gamae ise, savaşma ruhu, enerji, kararlılık, yüreklilik konsantrasyon, soğukkanlılık ve güveni kapsar.
Gohon kumiteyi uygularken hem saldıran hem de savunan vücutlarının üst kısmının pozisyonuna dikkat etmeli, kafalarının üzerinde bir taç taşıyor gibi hissederek çeneleri geri çekilmiş vaziyette kafaları tavana doğru yukarıda olmalıdır. Sırtı ve boyunu düz tutmak için özel çaba sarf edilmeli, böylece burun ve göbek çukuru dikey olarak aynı hizada olmalıdır. Bu pozisyon aynı zamanda temel teknikleri çalışırken ve kata uygularken de geçerlidir.Saldıran, hazır pozisyonu alarak hedefi bildirir ve yalnız hızla ve sertçe değil aynı zamanda doğru formu uygulayarak peş peşe saldırısını yapar. Saldırırken süratli bacak ve kalça hareketleri çok önemlidir ve beş hamleden her biri “tek vuruşta öldürme” ifade eden bir ruh haliyle yapılmalıdır. Savunan saldıranın ruh haline yenik düşmeyecek bir savaşma ruhu içinde olmalıdır ve telaşsız şekilde her hamleyi tamamen bloke etmelidir.
Hayrettin HAMURCU
W.S.K.F Chief instructor
Hasan OKUŞ
Karate’de Do
Öykü Dünya Shotokan Karate DO ekolünün başkenti JKA’ da geçiyor. Bu öyküyü geleneksel Karate DO anlayışının içyapısını biraz daha geniş bir perspektiften algılayabilmemize olanak yaratan öğretici temalara sahip olması nedeniyle önemli buluyor ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Japon Karate DO Assosociation
Haftanın ikinci günü siyah kuşak çalışma gurubu için JKA dojosuna çeşit yaş guruplarından insanlar toplanıyor. Dersi verecek olan Abe Sensei gelinceye kadar gurup kendi aralarında Ki-Hon ve Kata egzersizleri ile zamanı değerlendiriyor. Bu bekleyiş esnasında Dojo ya giren her üst dan’lı Sensei büyük bir dikkatle selamlanıyor.
O sıra yine yaşlı ve hafif göbekli bir Karate-Ka belindeki ((kahverengi)) kuşağıyla dojoyu selamlayarak içeriye giriyor. Yaşlı adam çalışanların arasına karışıp ders saatine kadar yavaş yavaş ısınma egzersizlerine devam ediyor.
Biraz sonra ders saati ile beraber dojoya giren Abe Sensei o an orada olmaması gereken Kahverengi kuşaklı yaşlı kişiyi fark ediyor ve hemen o tarafa yöneliyor. Siyah kuşakların hemen tamamı Abe senseinin bu yaşlı kahverengi kuşağı dışarı çıkartacağını, çünkü bu ders saatinin sadece siyah kuşakları ilgilendirdiğini düşünüyorlar.
Abe Sensei yaşlı adama 10 adım kalıncaya kadar hızla ilerliyor ama orada aniden durup derin bir saygı ile o kişinin önünde eğiliyor. Sonra dojonun bir kenarında yaşlı adamla Abe Sensei uzun bir sohbete dalıyorlar…
Gonk çalıyor, bu kez üst kuşaklar dersi yaşlı adamın vereceği düşüncesiyle kuşak seviyelerine göre sıra yapıyorlar. Fakat yaşlı adam sıranın en arkasına gidip yerini alıyor. Shomeni Rei, Sensei Rei ve ders başlıyor. Yaşlı adam herkes gibi ders boyunca Abe Senseinin yaptırdığı her şeyi gurupla birlikte ve saygı ile yerine getiriyor.
Ders bitiminde yine Shömeni Rei, Sensei Rei seremonisi ile herkes soyunma odalarına gidiyor. Abe Sensei ise kahverengi kuşaklı yaşlı adama yine saygı ile yaklaşıp, ona dojodan ayrılmasına kadar eşlik ediyor.
Orta yerde hiç kimsenin anlam veremediği bir paradoksal durum oluşmasına rağmen kimsede Abe senseiden bir açıklama isteme cesareti gösteremiyor.
Bir kaç ay sonra JKA’ lıların bir araya geldiği bir sosyal etkinlikte Nakayama isimli 5.dan bir bayan sensei Abe sensei ye konuyu açıyor.
”Sensei affedersiniz siz 8. dansınız. O akşam kendisine büyük nezaket gösterdiğiniz yaşlı adam ise kahverengi kuşak. Beni rica etsem aydınlatır mısınız?’’
Abe sensei Nakayama isimli öğrencisine çok basit diye cevap veriyor.
“Ben JKA dojosunda Karate ye başladığımda o yaşlı adam Kahverengi kuşaktı, Heian 1.2.3 ve 4 katalarını bana o öğretti. Ki-Hon ve temel Kumite çalışmalarını da ondan öğrendim. Daha sonra o Karate DO sanatına devam edemedi ve kahverengi kuşakta kaldı. Şimdi aradan 40 yıl geçti ben 8. dan oldum. Evet ben şimdi 8.dan’ım, o da kahverengi kuşak ama o geleneğe göre dersin dışında benim hocam. Ders başlayıncaya kadar ona hocam olması sebebiyle olması gereken saygımı gösterdim. Derste de kuşak hiyerarşisine göre o bana saygı gösterdi.”
OSS
Hasan OKUŞ
-
RÖPORTAJLAR16 yıl ago
Sn. Dr. Alev ORAL
-
Oğuzhan GENÇ19 yıl ago
Atatürk ve Spor
-
Oğuzhan GENÇ18 yıl ago
Doping
-
Bulut BABA18 yıl ago
Kata Dosyası – Bölüm 3
-
Dr. Alev ORAL17 yıl ago
SHOTOKAN KARATE: Geçmişten Günümüze 2
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Levent AYDEMİR – KUVEYT
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Atilla ÇELİKTÜRK – SUUDİ ARABİSTAN
-
RÖPORTAJLAR17 yıl ago
Sn. Memduh ŞANLI – AVUSTRALYA